21 Temmuz 2025
ADALETİN KUŞATILDIĞI SEZON
Geçtiğimiz sezonun şampiyonu belli oldu, ama tartışmaları bitmedi. Kutlama ışıklarının ardında, birçok futbolseverin aklında aynı şüphe vardı: Acaba saha dışı kararlar, şampiyonluk yarışının kaderini ne kadar etkiledi?
Bu soru, yeni sezonun üzerine adeta bir sis gibi çöküyor. Çünkü son üç yıldır şampiyon olan Galatasaray'ın başarısı bile, bu adalet tartışmaları yüzünden artık farklı bir anlam taşıyor. Bu başarı, bize kutlanacak bir zaferden çok, adaletin ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünü hatırlatan bir uyarı gibi duruyor.
Bu endişe bir komplo teorisi değil. Daha ilk düdük çalmadan, sistemin yeni sezon için nasıl “ayarlandığına” dair iki endişe verici emareyle karşılaştık bile.
Birincisi; yabancı oyuncu kuralı. Aylardır bilinen ve kulüplerin planlamasını yaptığı “en az iki oyuncunun 2003 veya sonrası doğumlu olması” şartı, ne oldu da bir gecede “2002 doğumlu” olarak değiştirildi? Ve ne tesadüftür ki, bu kural değişikliğinden sadece bir gün sonra, Fenerbahçe 2002 doğumlu bir oyuncunun transferini açıkladı. Bu, “kişiye özel” yasa çıkarmanın futbol sahasındaki izdüşümüdür. Bu, adaletin değil, siparişin tecellisidir.
İkincisi; TFF Mali Genel Kurulu. Federasyon Başkanı, o koltuğun gerektirdiği kurumsal ciddiyet ve tarafsızlıktan ne kadar uzak olduğunu kanıtlarcasına, ibra edildikten sonraki ilk tebriği kiminle kutladı? Kürsüden iner inmez, soluğu Fenerbahçe kulübü başkanının yanında alarak… Bu, bir ülke futbolunu yöneten kurumun başkanına yakışmayan, o makamın ağırlığını hiçe sayan sakil bir görüntüdür. Bu bir samimiyet değil, bir aidiyet ilanıdır.
TERAZİNİN ŞAŞTIĞI YER: Güçlünün Hukuku ve Keyfi Kararlar
Bu iki taze bulgu, geçen sezon boyunca şahit olduğumuz filmin sadece bir fragmanıdır. TFF ve ona bağlı kurullar, Türk futbolunun tamamını yöneten özerk yapılar olmaktan çıkmış, belirli bir camianın çıkarlarını gözeten, imtiyazlı bir azınlığın konforunu sağlayan bir yapıya dönüşmüştür.
Disiplin Kurulu’nun pusulası, adaleti değil, güç dengelerini gösteriyor. Bir teknik adam, tüm dünyanın gözü önünde rakip meslektaşına ve Türk futboluna hakaret eder, aldığı ceza ise adeta bir ödüldür. Bu cezasızlık kültürü, en büyük gücünü o koltuğun tarafsızlığını hiçe sayan Federasyon Başkanı’ndan almaktadır. Kriz anlarında suskun kalan, skandallar karşısında pozisyon alamayan, ancak belirli bir kulübün başkanının yanında poz vermekten çekinmeyen bu yönetim anlayışı, adalete olan son kırıntı güveni de yok etmektedir.
Sistem o kadar pervasız ve niyetini gizlemekten o kadar acizdir ki, “adalet” kavramını bile bir mühendislik maşası olarak kullanmaktan çekinmez. Adaleti sağlamak için bir ‘çözüm’ olarak sunulan yabancı hakem kartının, aslında bir adalet arayışından çok, nasıl bir güç gösterisine dönüştüğünü görmek için sezonun derbi haritasına bakmak yeterlidir.
Sezonun ilk yarısında, Fenerbahçe'nin evindeki maça, on binlerce kişilik tribün baskısı tüm ağırlığıyla hissedilsin ve ev sahibi avantajı perçinlensin diye yerli bir hakem atanır. Fakat ne zaman ki sıra Galatasaray'ın ev sahipliğindeki rövanşa gelir, aynı sistem bu kez ‘objektiflik’ şapkasını takar ve ev sahibi avantajını sıfırlamak için sahaya yabancı bir hakem sürer. Peki, bu adalet arayışı samimi miydi? Elbette hayır. Çünkü bu maçtan sadece birkaç hafta sonra, aynı iki takım Türkiye Kupası’nda yine Fenerbahçe deplasmanında karşılaştığında, o ‘ithal adalet’ bir anda unutulur ve düdük yine yerli bir hakeme teslim edilir. Galatasaray'ın sezon boyu aldığı tek mağlubiyetin Beşiktaş deplasmanında, yine yerli bir hakemle geldiğini de unutmayalım.
Sezon boyunca oynanan diğer hiçbir derbide görülmeyen bu ‘yabancı hakem’ lüksü, sadece tek bir takımın lehine veya aleyhine çalışan bir manivela haline gelmiştir. Bu, artık basit bir çifte standart değildir. Bu, sistemin, kuralları bir adalet aracı olarak değil, bir mühendislik projesinin parçası olarak kullandığının soğukkanlı bir itirafıdır. Bu, “kuralları biz koyarız; nerede, ne zaman ve kimin için işimize gelirse, o zaman uygularız” demenin pervasız cüretidir.
ALGI OPERASYONU ve KAYIP YILLAR: Başarısızlığı Saklama Sanatı
Yıllardır süren başarısızlık sarmalının failleri, kendilerine yeni bir hikâye buldu: ‘YAPI’. Ancak bu hikâyenin kimler tarafından yazıldığına ve pazarlandığına iyi bakmak lazım. Bu, sadece başarısız yönetimin bir ürünü değil; aynı zamanda o yönetimle kurdukları çıkar ilişkileri sayesinde ekranlarda ve sayfalarda yer bulan, vicdanını ve kalemini kiraya vermiş medya aparatlarının da ortak eseridir. Başarısızlığa kılıf uydurmak, sportif enkazın üzerini parlak yalanlarla örtmek ve kamuoyunu sahte bir umutla oyalamak için görevlendirilmiş bu "borazanlar", özellikle dijital mecralarda sistematik bir algı operasyonu yürütüyor. Sezon boyunca enerjisini teknik direktörlükten çok bu algı operasyonuna harcayan ve saha dışına odaklanan Mourinho, bu düzenin en önemli aktörlerinden biriydi.
Şimdi yeni sezon için asıl soru şu: Saha içine odaklanması gereken Mourinho, Ali Koç ve yönetiminin inatla yarattığı bu saha dışı kaosun ve medya ordusunun pompaladığı sahte gündemin ne kadar dışında kalabilir? Bir yönetim düşünün ki, en büyük yeteneği, sportif başarısızlığı unutturmak için sürekli yeni bir “dış düşman” yaratmak olsun. Yıllardır TFF’yi ve hakemleri eleştiren, her puan kaybını onlara bağlayan bu yönetim, nasıl olur da o TFF’nin istifasını bir kez bile istemez? Nasıl olur da hem sistemden şikâyet edip hem de o sistemin devamlılığını sağlayan düzenin bekçiliğini yapar? Çünkü bu kavga, kaybettikçe sığınılan konforlu bir limandır. Çünkü mağduriyet, başarısızlığın en kullanışlı kamuflajıdır. Bu yüzden yeni sezona dair kurdukları görkemli cümleler, artık kamuoyu vicdanında bir karşılık bulamayan, boş bir salonda yankılanan gürültüden ibarettir.
BAŞARININ AĞIR BEDELİ: Zirvedeki Yalnızlık ve Beklentilerin Kuşatması
Şampiyon bir takımın bu sezonki rakipler listesinin en başında tanıdık isimler yok. Listenin ilk sırasında "Rehavet", ikinci sırasında "Devasa Beklentiler" ve üçüncü sırasında ise "Yıldızlar Topluluğunu Yönetme Sanatı" yazıyor. Üst üste kazanılan şampiyonluklar, bir ödülden çok, omuzlara yüklenmiş daha ağır bir zırha dönüştü.
Kamuoyu, nefesini tutmuş, manşetleri süsleyecek o yeni ve pahalı transferleri bekliyor. Ancak usta bir heykeltıraş, şaheserini mermere yeni parçalar ekleyerek değil, kusursuz forma ulaşmak için fazlalıkları cesurca yontarak ortaya çıkarır. Bu sezon şampiyon takımın kaderini belirleyecek olan şey, yıldız transferlerinden daha çok, kapı arkasında yürütülecek o hassas kadro mühendisliğidir. Zafer sarhoşluğuna kapılmış, motivasyonunu yitirmiş veya yeni yıldızların gölgesinde kalacağı için huzursuzluk yaratma potansiyeli taşıyan oyuncularla vedalaşmak, en flaş yıldızı getirmek kadar kritik bir operasyondur. Soyunma odasındaki dengeyi koruyamayan, maaş bütçesini şişiren ve açlık hissini kaybetmiş bir yapı, en parlak transferlerle bile çökmeye mahkûmdur.
Bu noktada Okan Buruk’un rolü, bir teknik direktörlüğün çok ötesine geçerek, karmaşık bir insan ve beklenti yönetimine dönüşüyor. Her yeni yıldız, takıma katılan bir yetenek olduğu kadar, soyunma odasında yeniden dengelenmesi gereken bir ego ve adalet duygusu demektir. Buruk’un asıl sınavı; zafere doymuş bir oyuncu grubunun motivasyonunu taze tutmak, yeni gelenlerin enerjisiyle çekirdek kadronun tecrübesini birleştirecek kimyayı yaratmak ve tüm bu değerli yapıyı, dışarıdan gelen toksik futbol ikliminin yıpratıcı etkilerinden korumaktır.
Ancak Avrupa sahnesi, aynı zamanda Okan Buruk’un ve takımının son yıllarda en çok eleştirildiği, en kırılgan olduğu yerdir. Geçen sezon Avrupa Ligi’nin en maliyetli kadrolarından birine sahip olmasına rağmen, kâğıt üzerinde çok daha mütevazı rakiplere karşı beklenmedik mağlubiyetler alınması ve hedeflerin uzağında kalınması hâlâ hafızalardadır. Daha da endişe verici olan, milyonlarca avroluk yatırımlara rağmen sezonun en kritik Avrupa maçlarına sakatlık veya plansızlık nedeniyle sık sık eksik bir kadroyla çıkılmış olmasıydı. İşte bu nokta, kusursuz bir kadro mühendisliğinin ne kadar hayati olduğunu acı bir tecrübeyle hatırlatıyor. Bu nedenle Şampiyonlar Ligi’nde yaşanacak yeni bir başarısızlık, artık sadece bir sonuç olarak kalmayacak; geçmişteki hataların tekrarlandığı anlamına gelerek, Okan Buruk’un meşruiyet krizini fitilleyecektir.
UFUKTAKİ SENARYOLAR
Önümüzdeki sezonda, başta yöneticiler ve teknik adamlar olmak üzere herkesi, mental dayanıklılıklarının sonuna kadar test edileceği yıpratıcı bir maraton bekliyor. Bu sezon, gidişatına göre her türlü sonuca gebedir.
Fenerbahçe yönetimi, Eylül ayındaki kongre belirsizliğinin gölgesinde yeni sezona çalkantılı bir giriş yapıyor. Şampiyonlar Ligi elemeleri başta olmak üzere sezona başarısız başlanması, zaten gergin olan tribünlerdeki reaksiyonları artıracak, bu gerilimin faturası doğrudan yönetime kesilecek ve Ali Koç koltuğunu korumakta iyice zorlanacaktır.
TFF yönetimi ise geçen sezondaki tartışmalı uygulamalarını sürdürmesi halinde, zaten pamuk ipliğine bağlı olan inandırıcılığını tamamen yitirebilir. Koltuğu devraldığı günden beri kulislerde alternatif başkan isimlerinin konuşulduğu bir ortamda, aleyhine esen rüzgârın yönünü değiştirmesi imkânsız hale gelecektir.
Avrupa'daki olası bir erken veda ise Okan Buruk'un yeterliliğinin yüksek sesle sorgulanmasına neden olacaktır. Böyle bir senaryoda, Galatasaray'ı Avrupa'da bir üst çıtaya taşıyabilecek yeni teknik direktör isimlerinin medyada tartışılmaya başlanması kaçınılmazdır. Zira en ufak bir tökezlemenin, yapıcı eleştiriden çok, bir krize dönüştürülmeye çalışılacağı bir ortam onu bekliyor.
Sonuç ne olursa olsun, temennimiz tektir: Futbol adil olsun.